Eğilimlerimize ve yeteneklerimize göre gruplara ayrılmamız (ya da buna zorlanmamız) galiba ilk olarak lise yıllarımızda oluyor. Fen – matematik ya da Türkçe – Sosyal kısımlarından birisini seçerek bir anlamda gelecek için yolumuz da çizilmiş oluyor. Sanırım bu yöntem insanların ya sayısal zekaya ya da sözel zekaya sahip olduğu gibi keskin bir varsayıma dayanıyor. Yani bir öğrenci ya matematik, fen derslerine yatkındır ve bu konuda başarılı olacaktır, ya da dil, felsefe, tarih vs… gibi konulara yatkındır. Bir de hem ondan hem ondan olsun denilerek Türkçe – Matematik bölümü vardı. Herhalde bu da sözel olarak bilinen ama matematiksel bir altyapıya da sahip olunması gereken hukuk gibi alanlar için düşünülmüştü. Bizim zamanımızda bölümler bu şekildeydi. Şu an değiştiyse bilemem.
Lise yıllarımda hatırladığım şey elektronik, bilgisayar programlama gibi şeyler benim için oldukça ilgi çekici konular olmasına rağmen okuldaki kimya ve fizik gibi derslerden pek zevk almıyordum. Şimdi bunun teoriden çok pratiğe dayalı şeyleri daha çok sevmemden kaynaklandığını biliyorum. Ama o yıllarda bir sayısal öğrencisi olarak başarısızlık işareti sayılıyordu bütün bunlar. Son sınıfta kimya ve matematik derslerimin oldukça kötü ama felsefe, sosyoloji derslerimin 5 olduğunu hatırlıyorum (evet sayısal bölüm öğrencisi olarak bu dersleri görüyorduk ve şimdi okulumun kıymetini daha iyi anlıyorum). Bir sayısal öğrencisi için oldukça çelişkili bir durumdu aslında. Bu durumu gören biri “bu çocuk yanlış bölüm seçmiş” diyebilirdi.
Endüstri çağının başından beri süregelen bu klasik sayısalcı – sözelci ayrımına karşı en sağlam karşı gelişlerden birisi herhalde çoklu zeka kuramı hakkındaki kitaplar oldu. Bunların önde gelenlerinden birisi de Daniel Goleman’ın Duygusal Zeka kitabı olsa gerek. Bu kitapta yıllarca doğru kabul edilenin aksine yüksek bir IQ değerine sahip olmanın gerçek hayattaki (bu terimden de okul hayatının yalan olduğunu mu anlamak lazım acaba?) başarıyı garantilemediğini yaşanan tecrübeler ve yapılan deneysel çalışmalardan yola çıkarak kanıtlıyordu. Yani başarılı olmak için sayısal zekanın ölçü birimi diyebileceğimiz IQ’ya sahip olmak yeterli değildi.
Bütün bunların iş hayatındaki karşılığına bakacak olursak peki neler görüyoruz? Mühendislik okuyanlar olarak 4 yıl boyunca matematiğin en çılgınca teoremlerini içeren birçok “süper” ders görüyoruz. Diferansiyel denklemlerden, sonsuz serilere kadar sayısal beynimizi ısıtırken gün gelip mezun olup bir iş görüşmesine gittiğimizde belki de bizim yüzde birimiz kadar matematik bilmeyen bir insan kaynakları yöneticisinin “zayıf yönlerin nelerdir peki?” sorusu karşısında gözlerine far tutulmuş bir tavşan gibi kalabiliyoruz. Evet mühendis olarak bir devrenin en zayıf noktasını hesaplayabilirdik veya statik hesaplardan bir binanın zayıf noktasını da… Ama bir gün olsun “acaba benim zayıf yönlerim nedir?” diye düşünmemiştik bile. Zaten bu tür zırvalar o gereksiz(?) sözelcilerin okuduğu gereksiz(?) kitaplarda yazan şeylerdi. Geçmiş olsun. Biraz tuzak da içeren bu soruyla işe girme şansını kaybettiniz. “Ama ben diferansiyel denklemler dersinden AA ile geçmiştim.” Kimin umrunda?
Hayatta en önemli seçimler nelerdir diye sorulduğunda verilen klişeleşmiş iki cevap vardır: İş ve Eş seçimi. Maalesef bunların hiçbiri hakkında okulda tek ders bile okutulmuyor. Okul insanı hayata hazırlıyordu değil mi?
Aslında bütün bunları son dönemde duyduğum T modeli insan konusu hakkında yazacaklarıma giriş olarak anlattım. Başta düşündüğümden uzun bir giriş oldu ama sıkıntıya gerek yok.
T modeli insanı, bir konuda uzman (T’nin dik ayağı) ama bunun yanında birçok konuda da derinlemesine olmasa da bilgi sahibi (T’nin üstü) olarak tanımlayabiliriz. Bu konuda yazının sonunda linklerini verdiğim yazıları okumanızı tavsiye ederim.
Kendime baktığımda bundan 5-6 sene önce şurada anlatılan I tipi insan modeliydim diyebilirim:
Tom Kelley I tipi insanların genelde bir “mühendis” kafasıyla hareket ettiklerini söyler. Bu kişiler süper zeki olabilirler. Ancak bu insanların çoğunluğu resmin bütününü görmekte ve iyi iletişim kurmakta zorlanırlar. Kendi uzmanlık alanları dışındaki insanları bilgisiz hatta cahil görürler. Kendi mesleklerinin dışındaki insanlara değer vermez, genellikle her kararı kendi aralarında alırlar. Bir mühendis için en makbul kişi bir başka mühendistir. Mühendis olmayanlar da hayatın gerçeklerine vakıf olamamış “yüzeysel” ve “bilimden nasibini alamamış” insanlardır.
Ben de yakın zamana kadar aynen yukarıda anlatıldığı gibi mühendislik dışındaki alanları çok da dikkate almayan ve biraz da küçümseyen biriydim diyebilirim. Öğrencilik yıllarımda “satış mühendisliği” denilen şeyi duyunca bile ürperirdim. Mühendis dediğin sadece tasarım yapmalı, üretmeli diye düşünürdüm. Hala böyle düşünüyorum ama satış, pazarlama vs… gibi alanların da değerini takdir edebiliyorum artık. Bu tabi ki zaman içinde elde edilen mesleki ve hayat tecrübesiyle de alakalı. Bugün baktığımda iyi mühendisliğin tek başına çok da yeterli olmadığını bunu tamamlayacak disiplinlerin de bulunması gerekiyor.
Bu nedenle kendinizi uzmanlaşmak istediğiniz konuya odaklarken bunun yanında başka konulardan da beslenmek, farklı görüş açılarını, çalışma biçimlerini görmek faydalı olacaktır. Mühendislere sadece tasarım alanında değil her türlü problem çözümünde ihtiyaç var. Bunu da unutmamak gerek…
Önerdiğim yazılar
Temel Aksoy – Bazıları I Tipi Bazıları T Tipi Sizin Tipiniz Hangisi?
Alphan Manas – 3G’nin Geçmişi ve T Tipi İnsanlar
Ufuk Tarhan – T tipi insan olmak
Önerdiğim kitaplar
Daniel Goleman – Duygusal Zeka
Daniel Pink – Aklın Yeni Sınırları